×

Doğu Akdenizdeki Güç Mücadeleleri ve Uluslararası Hukuk Boyutu

Yayınlanma Tarihi: 07-02-2021      Yazar: Ali Alper Tüfekçi

Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesi, siyasi, askeri ve ekonomik açıdan, mevcut dünya siyasetinin önde gelen aktörlerinin, bir numaralı gündem maddesidir.

Türkiye, sürecin içerisinde, tek başına, birçok farklı devletin kanunsuz ve akıl almaz nitelikteki faaliyetlerine karşı mücadele vermektedir. Fakat konunun belki de en önemli başlığı, sürekli olarak göz ardı edilmektedir. Buna göre Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının aranması, kıta sahanlığı, enerji kaynağı çıkarma yetkisi, sınırlandırma vb. konular temelinde, uluslararası hukukun süreç için neler söylediği, tam anlamıyla kamuoyunun bilgisine sunulmamıştır. Bu durum, Doğu Akdeniz’in geleceği için çıkar çatışmalarından ziyade uluslararası hukukun göz ardı edilmesi riskini ön plana çıkarmaktadır.

 

Türkiye, Doğu Akdeniz’deki mücadelesi ve çözüm arayışı konularında, diyalog ve uluslararası hukukun gereğinin yapılması gerektiği konusunda ısrarcı bir tutum içerisindedir. Fakat genele bakıldığında, Yunanistan başta olmak üzere, bölgede varlığını hissettirmeye çalışan ve sözde, kendi çıkarlarını korumaya çalışan ülkelerin büyük bir bölümü ne diyalog taraftarı olmaktadırlar ne de Türkiye’nin ön plana çıkarmış olduğu, uluslararası hukuka dayanan söylem ve unsurlara değer atfetmektedirler.

 

Uluslararası Hukukun Doğu Akdeniz’deki Çaresizliği ve Türkiye’nin Süregelen Mücadelesi

Türkiye, Doğu Akdeniz’de ki kıta sahanlığı konusunda, uzun yıllardır sadece Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) kendisi için bir muhatap olarak görmekte ve onun dışında kalan ülkelerin hiçbiri ile siyasi anlamda, herhangi bir iletişim ve ilişki içerisinde bulunmamaktadır. Bunun temel nedeni, özellikle Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin (GKRK) bir devlet olarak tanınırken, KKTC’nin süreç dışına itilmiş olmasıdır. Bu nedenle Türkiye, Doğu Akdeniz’de, uluslararası hukuk çerçevesinde bir süreç söz konusu olacaksa, bunda KKTC’nin de söz sahibi olması neticesinde bir ilerleme kaydedileceğini dile getirmektedir. Yine Türkiye’ye eğer bu bölgede bir yetki alanı sınırlandırma antlaşması yapılacaksa tüm bölge devletlerinin katılımıyla gerçekleşmesi gerektiğini dile getirmektedir. Bu noktada amaç, KKTC’nin meşruiyetini, dolaylı olarak kabul ettirmektir. Öte yandan Türkiye, GKRY’nin Kıbrıs adasını tek başına temsil edemeyeceğini, Kıbrıs adasına ilişkin yapılacak tüm uluslararası deniz hukukuna dayalı işlemlerde KKTC’nin de sürece dahil edilmesi gerektiğini savunmaktadır (Başeren, 2010, s. 28-29).

 

Aslında Türkiye’nin, hukuki anlamda, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarına dair arama çalışmaları, uzun yıllar önce, uluslararası hukukun Türkiye’ye tanımış olduğu haklara dayanmak sureti ile başlamıştır. Türkiye, ilk olarak 02.07.1974 tarihinde, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO), Rodos adasının güney bölgesinde petrol arama ruhsatı vermiştir. Bu hamle ile birlikte söz konusu bölgenin, Türkiye’nin karasuları dışında olmasına karşın Türkiye’nin kıta sahanlığı içerisinde olduğu mesajı uluslararası politika çerçevesinde verilmeye çalışılmıştır. Türkiye, 2007 yılında, yine TPAO’ya, güneyde Mısır ve Anadolu kıyıları arasındaki ortay hatta ve 32 16 18 meridyenine dayanan bölgede arama ruhsatı vermiştir. Bu hamle ile de Türkiye, zımni olmak kaydı ile söz konusu bölgede bir kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge ilanında bulunmuştur. Bu parsel, GKRY’nin ilan ettiği parsellerin bazıları ile de çakışmasına karşın Türkiye’nin diplomatik olarak vermeye çalıştığı mesaj, GKRY’nin ilanını tanımadığı yönündedir (Kütükçü ve Kaya, 2016, s. 93). Türkiye’nin bu hamlesi, uluslararası hukuk ve uluslararası diplomasi açısından uygundur. Zira Türkiye, Kıbrıs’ta Türklerin katledilmesini engellemeye çalıştığı gibi uluslararası hukuka tamamıyla aykırı davranışlarda bulunan GKRY tanınırken, KKTC’nin tanınmaması konusunda gereken tavrı da ortaya koymuştur.

 

Fakat Doğu Akdeniz’deki yetki alanları ve enerji kaynağı arama çalışmalarına dair adil ve uluslararası hukuka uygun bir sistemin kurulması konusunda asıl sorunu yaratan taraf ise Avrupa Birliği (AB), olmuştur. Özellikle 2007 yılından bu yana uygulanan AB politikaları neticesinde, Doğu Akdeniz’de Türkiye, Yunanistan ve GKRY arasında yaşanmakta olan deniz yetki alanlarının sınırlandırılması sorununa ilişkin yaklaşımı hukuksal bir tartışma alanı olmaktan çok siyasi bir tartışma alanı haline getirildiği görülmüştür. AB üyesi olan Yunanistan ve GKRY, AB’nin deniz alanlarına ilişkin kendi çıkarları dahilinde ele alırken Türkiye, karar alma sürecinin dışına çıkarılarak AB nezdinde alınan kararları kabullenmek veya reddetmek seçenekleri ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Yunanistan ve GKRY, AB’nin denizlere ilişkin düzenlemelerinden yararlanarak kendi deniz yetki alanlarının sınırlarını belirlemeye çalıştıklarında, AB’nin ortak düzenlemelerinden hareket ettiklerini ileri sürmekte ve bir tür meşruiyet alanı da yaratmaya çalışmaktadırlar. GKRY’nin ilan etmiş olduğu münhasır ekonomik bölgede hidrokarbon kaynaklarının araştırılması ve işletilmesine ilişkin ruhsat verme ve ihaleye çıkma sürecinde hazırlamış olduğu ihale dosyasının AB mevzuatına uygun olarak hazırlanmıştır (Aksu, 2013, s. 165). Bu tür bir karar, tam anlamıyla bir hukuk ihlalidir. Çünkü Kıbrıs’ın genel durumu, AB dışı, hatta AB üstü bir konudur. Bölgede, siyasi olarak tanınmayan bir KKTC ve bölgede geniş bir kıyısı bulunan, aynı zamanda da KKTC’nin garantörü konumundaki Türkiye bulunmaktadır. Süreç ele alınırken bu iki tarafın süreç dışına çıkarılması asla kabul edilemez bir uygulamadır.

 

Eğer ki konu uluslararası hukukun gereklerine göre ele alınacak olursa, AB destekli olarak Yunanistan ve GKRY’nin, uzun yıllardır bölgede sürdürdükleri faaliyetlerin hukuksuzluğu çok daha fazla dikkati çekmektedir. Bu iki ülkenin temel yaklaşımı, Türkiye’yi, Antalya Körfezi açıklarında bir alana sıkıştırmaya çalışmaktadır. Bunu yaparken de Yunanistan ve GKRY’nin, aslında temel olarak AB’nin hukuki yapısına ve doğal olarak uluslararası hukuka aykırı, ikili anlaşmalar ile süreci tasarlama çabaları dikkati çekmektedir. İki ülke, Rodos, Meis ve Kıbrıs olmak üzere adalarda, uluslararası hukuk kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge olarak Yunanistan ve GKRY’i kısıtlamasına karşın, “eşit uzaklık/ortay hat” metodunu görmezden gelmiş ve Anadolu ile bu adalar arasındaki ortay hatları, sırasıyla Türkiye-Yunanistan ve Türkiye-Kıbrıs deniz yetki alanları sınırı haline dönüştürmeye çalışmışlardır. Bunun da ötesinde, GKRY, Kıbrıs’ın tek yasal söz hakkı olan devleti konumunu, yine herhangi bir uluslararası hukuki metne dayandırmadan, ada etrafındaki doğal kaynaklar üzerinde söz sahibi olmaya çalışmaktadır (Doğru, 2015, s. 513). Görüldüğü üzere Yunanistan ve GKRY, uluslararası hukukun herhangi bir metnin de olmayan bir şekilde, kendi başlarına sınırlar çizerken ve bundan haksız kazanç elde etmeye çalışırken AB ve diğer uluslararası siyasi aktörler süreci ört, pas etmeye çalışmaktadırlar.

 

AB eksenli ele alındığında, GKRY’nin bireysel tutumlarının da ciddi ölçekli sorunlar yarattığı gözlemlenmektedir. GKRY, ilk olarak 17 Şubat 2003 tarihinde Mısır’la münhasır ekonomik bölge sınırlandırma anlaşması imzalamış ve anlaşma yapılan bölgenin koordinatlarını Birleşmiş Milletler’e (BM) bildirilmiştir. Bu ilanın hemen arkasından GKRY, 2007 yılında merkezi Norveç’te olan Petroleum Geo-Services adlı şirketle, ilan edilen koordinatlardaki hidrokarbon rezervlerinin araştırılması ve Fransız Devlet Petrol Enstitüsü ile de araştırma bulgularının değerlendirilmesi ile ilgili anlaşmalar yapmıştır (Şanlıer, 2018, s. 13). Bu anlaşmaların yapılması, Kıbrıs gibi statüsü halen tartışmalı olan ve GKRY dışında adada KKTC’nin haklarının gözetilmesinin gerektiği bir toprak parçasında, GKRY’nin, bölgedeki durumla ilgisi olmayan ülkeleri sürecin içerisine dahil ederek hukuki değil, siyasi destek toplama çabasıdır. Mısır, Akdeniz’de kıyısı olan bir ülke olmasına karşın, Kıbrıs’ın durumu özelinde ele alındığında, GKRY’nin Mısır ile yapmış olduğu anlaşma, herhangi bir hukuki geçerlilik taşımamaktadır; çünkü Kıbrıs Türklerinin haklarını gasp eden bu anlaşma, uluslararası hukukun pratik ve teamüllerine de uygun değildir.

 

Sürecin hukuki anlamda zarar görmesi açısından BM’nin olumsuz katkılarının da göz ardı edilmemesi gerekmektedir. KKTC yönetimi ve Türkiye, BM’ye gönderdikleri mektup, rapor ve bildirilerde, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni (her ne kadar Türkiye bu sözleşmeye taraf olmasa da) kaynak göstermek sureti ile GKRY’nin kanunsuz uygulamalarını, hukuki ve sağlam temellere dayanmak sureti ile açıklamışlardır. Fakat BM, konuya dair ilgisiz bir tavır sergilemek sureti ile bölgede yaşanan kanunsuzluklara göz yumarak, bir bakıma, yaşananların kendi kendine meşrulaşmasına sebebiyet vermiştir (Arıdemir ve Allı, 2019, s. 198). BM için bu tür bir yaklaşım ve uygulama asla sürpriz değildir. Çünkü 2004 yılında, Annan Planı çerçevesinde, Türkiye’nin ve KKTC’nin uzlaşma yanlısı tutumlarına karşın, anlaşmazlığı körükleyen Rum tarafının söz konusu plana göstermiş olduğu muhalif duruşu meşrulaştıran, bu sayede de dolaylı olarak AB’ye, GKRY’nin tek başına girmesini sağlayan BM, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının kanunsuz şekilde aranması, elde edilmesi ve kullanılması açısından da kolaylık sağlamaktadır.

 

SONUÇ

 

Uluslararası hukukun ortaya koymuş olduğu tabloya bakıldığında, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynağı arama çalışmaları ve enerji güvenliği konularında söz sahibi olması gereken ülke sayısı, mevcut şartlara göre dördü geçmemelidir; Yunanistan, Türkiye, KKTC ve GKRY. Fakat sürecin tasarımına bakıldığında, İsrail’den Mısır’a; Fransa’dan BAE’ne kadar birçok ülkenin, Akdeniz’e kıyıları olsun ya da olmasın, konunun uluslararası hukuk boyutunu geri plana atmak sureti ile uluslararası ilişkilerin yönünü kendi çıkarları doğrultusunda belirlemeye çalıştıkları görülmektedir.

 

Bilindiği üzere kıta sahanlığı konusu, uluslararası deniz hukuku açısından, dünyanın her yerinde bir sorun olarak nitelendirilebilecektir. Uluslararası hukuka dair metinlerde söz konusu olan eksiklik, yasal boşluk ve hukuki pratiğin hataları göz önünde bulundurulduğunda, Doğu Akdeniz’de, hukukun araçlarıyla bir çözüm bulunması da beklenmemelidir. Akdeniz’de, Kıbrıs üzerinden, uzun yıllardır devam eden karasuları sınırlarının belirlenmesine dair karmaşık süreç, adanın üzerine bulunan iki ülke için halen çözüm bulunamamış bir konudur. Fakat Türkiye’nin bu konuya dair neredeyse 60 yıldan fazla bir süre zarfı içerisinde getirmeye çalıştığı çözüm önerilerinin sürekli reddedilmesinin ne denli kötü sonuçlar doğurabileceği, mevcut süreçte daha iyi anlaşılmaktadır. Üstelik, Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’de enerji kaynakları aramak konusunda, Akdeniz’deki en uzun sahile sahip ülke olarak her türlü hukuki hakkı bulunmasına karşın Türkiye’nin bu haktan mahrum bırakılmaya çalışılması, bir hukuk garabetinden başka herhangi bir konuyu ifade etmemektedir.

 

KAYNAKÇA

 

Aksu, F. (2013). Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Sorunu ve Türkiye-AB İlişkileri. “Doğu Akdeniz'de Hukuk ve Siyaset” içerisinde, Sertaç Hami Başeren (Ed.). Ankara: A.Ü. SBF Yay., ss. 159-19.

Arıdemir, H. ve Allı, Ç. (2019). Doğu Akdeniz Bölgesindeki Münhasır Ekonomik Bölge Tartışmalarının Analizi. İktisadi İdari ve Siyasal Araştırmalar Dergisi, 4(10), 188-202.

Başeren, S. H. (2010). Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı. İstanbul: TÜDAV Yayınları.

Doğru, S. (2015). Doğu Akdeniz’de Hidrokarbon Kaynakları ve Uluslararası Hukuka Göre Bölgedeki Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge Alanlarının Sınırlandırılması. TBB Dergisi, (119), 503-554.

Kütükçü, M. A. ve Kaya, İ. S. (2016). Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdeniz’deki Petrol ve Doğalgaz Kaynakları ile Türkiye’nin Hukuki Durumu. Batman Üniversitesi Yaşam Bilimleri Dergisi, 6(2/1), 81-96.

Şanlıer, Ş. (2018). Uluslararası Hukuk Açısından Doğu Akdeniz’deki Hidrokarbon Kaynaklarının Aranması, Çıkarılması ve Taşınmasında Türkiye’nin Temel Yetkileri. “III. Uluslararası Adli Bilimler ve Hukuk Kongresi (30 Kasım-2 Aralık 2018, Ankara) Bildirimler Kitabı” içerisinde, Celal Işıklar (Ed.), ss. 9-18.

Son Yazılar